İslâm Tasavvufundaki Bazı Gerçekler ve Istılahlar
RABITA
İslâm dininde, kul ile Allah arasında vasıta –aracı yoktur ve olamaz da. Rabıta -irtibat- kurmak , biat –bağlanmak, bunlar kişinin herhangi çiğ ve cahil birine rabıta ve biatı değildir.Rabıta ve
34
biat,Tanrının kutsi ruh -kutsal ruhu taşıyan (ki, bu ruh, Tanrının emridir ve Tanrının başta ilim olmak üzere, tüm sıfatları ile sıfatlanmıştır) Alim ve Arif, Nebi ve Velilerin ruhlarınadır. Yani, Kâmil insanadır. Demek ki rabıta ve biat, ilim ve marifetedir. Yoksa beşere değildir. Ruh, mahluk değildir. O Tanrının emir sıfatı olup, Haktır, nurdur,
Rabıta ve biat Hakkadır. Halka, rabıta ve biat olmaz. Güneşin ışığına yönelmek nasıl ki güneşe yönelmek ise, Alim ve Arif olan kutsal ruh taşıyan Olgun İnsana yönelmek de Tanrıya yönelmektir.Buna vasıta denmez. Çünkü ruh, Hakkın ziyası , ışığıdır, ziyasız da Güneş ile irtibat kurmak mümkün olmaz ve de güneş bilinmez. Bunun gibi, kutsal ruhla ilişki kuramayan bir kimse de, Tanrı ile ilişki kuramaz. Çünkü Tanrı, çok büyük ve sonsuz nurdur. Eğer o nur , birden zahir olsa, bütün kainat yanar.
Bu nedenle Tanrı, nurdan mahrum olmamamız için, kutsal ruh taşıyan Peygamberleri ve Yıldızlar gibi bize göndermiş ve ruh alemimizi onlarla aydınlatmak, büyük ve sonsuz nurdan haberdar etmek istemiştir. İnsan-ı Kâmil, nur-aydınlıktır. Allah, muazzam nurdur. Şimdi bir gerçek vardır , onu açıklıyoruz: “Az ışığı sevmeyen ve kabul etmeyen, çok ışığı hiç sevmez ve kabul etmez” . Bu durumdakiler, yarasa kuşları gibidir.Öyleyse, ruhları ve kalpleri birer ampül gibi parlayan, - nur olan-Nebileri ve Velileri sevmeyen ve kabul etmeyenler, Tanrı Güneşi Muhammed Mustafa’yı ve sonsuz, kenarsız nur olan Allah’ı nasıl sevip, kabul ederler? Bazılarının: “Biz Tanrıya inanıyoruz, Tanrıya bağlıyız, Peygamberler de neymiş, biz de insanız” ve bazılarının: “Biz Tanrının Peygamberine bağlıyız, Veliler de ne imiş” gibi saçma , aslında küfr – gerçeği örtme – lafları boştur. Kaide şudur: “Az ışığı sevmeyen, çok ışığı hiç sevmez.” Güneş doğup battığına, dünya yaşadığına, insanlar dünyada var olduğuna göre, muhakkak bu insanlar içerisinde Tanrıyı tam bilen, Kutsi ruh taşıyan, güzel ahlakla bezenmiş Kâmil insanlar da olacaktır.Çünki Tanrı, alemleri kendisi bilinsin yani gerçek bütün kemâlı ile anlaşılsın diye yaratmıştır. “Men Araf” dersini görmeyen ve Ledünni –Alem-i Kutsiyanın esrarına mahrem olmayanlar ise, Tanrıyı, gerçeğin özünü kemali ile bilemezler. Ahlak bütünlüğüne bir türlü ulaşamazlar.
Alem yaşadığına göre, içinde İnsan-ı Kamiller var demektir. Eğer kalmamış denilse, o zaman bu aleme lüzum yoktur. Yaratılış sırrına aykırı düşer. Bir bağda koruklar var ise, herhalde birer tane de üzüm vardır. Bu milyonlarca koruk misali, çiğ adamlar içinde de muhakkak ve muhakkak Kâmil İnsanlar vardır. İşte bunlar, Tanrı Velileridir. İnsan-ı Kâmil ile temas kuramayan, koyu karanlık ve dalalet-şaşkınlık- içindedir. İnsan-ı Kâmil’siz Tanrı bilinmez ve Tanrının gerçek ilminden, feyzinden faydalanılamaz.
Adem – Olgun İnsan-, Tanrının zatını yansıtan bir ayna, Onun ruhu ve kalbi Tanrının nuru, Tanrının sıfatıdır.
RİSALET
Risalet, Tanrı elçiliğidir. Tanrının kullarına emirlerini tebliğ etme görevidir. Dört kitap sahibi: Hazret-i Muhammed, İsa, Davud, ve Musa’dır. İbrahim ve Nuh da Resul dür.
NÜBÜVVET VE VELAYET
Nübüvvet ve Velâyet, bir nevi Tanrı ve maneviyat haberciliğidir. Tanrının bir nurudur. Bu nur kendisinde zahir olan zat “NEBİ”, zahir olmayıp, kalbinde taşıyan zat ise “VELİ” dir. İnsan-ı Kâmiller ve Mürşid – i Kâmillerdir. Bunlar Tanrı elçisi değildir. Ahkam ve nizamda, yukarıda sözü edilenTanrı Elçilerine bağlıdırlar ve onların Sünnetinin – yolunun- içinde hareket ederler.Görevleri, insanlara kutsal gerçekleri ve Tanrısal ruhani yolu haber vermek ve öğretmektir. Ayrıca, insanları şefkat ve doğruluğa, adalete, iyiliğe, güzel ahlâka, birlik ve beraberliğe teşvik etmektir. Sonra, kendileri olduğu gibi, insanları da Resullerin koyduğu ahkam ve nizam içerisinde hareket etmelerini sağlamak ve Allah’ın Dinine, son Peygamberin yoluna hizmet etmektir.
Yukarıda konu edilen Risâlet, Nübüvvet ve Velâyet, birer kutsal sıfatlardır.Resullerin, Nebilerin, Velilerin hepsi kendisini bilip Rabbını bilmiş, “Men Araf’ın”, “Allah Hu’nun” esrarına ve ilmini vakıf olmakla beraber, ancak hepsi “Ledunniyat” ilmini Peygamberimiz Muhammed Mustafa’dan almışlardır.Ledun ilminin denizi, son Peygamberdir. Çünkü; o ilk ve son Peygamber olup, Tanrının ilk belirtisi külli ruhtur. Hatta bu zatların bir kısmı, Ledün ilmi bilmeyedebilir. Ledün ilmi, başlı başına ayrı bir konudur.Buna “İlm-i Marifet ve İlm-i Hikmet” demişlerdir.Hazret-i Musa, Resul ve Nebi olduğu halde; Ledün ilmini Resul olmayan Hazret-i Hıdır A.S. dan öğrenmiştir. Bu husus, Kur’an ile sabittir. Hıdır da ruhların babası İlm-i Ledün Sultanı “Ahmed-i Muhtar” dan öğrenmiştir.Bir de her Resul ve Nebi aynı zamanda halis bir Velidir.
İlm-i Marifet, Tanrının “Tevhid-i Zat” ve “Tevhid-i Sıfat” ilmidir. İlm-i Hikmet, Tanrının “Tevhid-i Ef’al” ve “Tevhid-i Âsar” ilmidir. Tervhid –i Zat,
35
Tanrının varlığı, birliği,ezeliyet, ebediyet ve sınırsızlığı, eşsiz birliği ile ilgilidir.”Allah Hu” ya tam arif olmaktır.Men Araf ilmi ile ilgilidir.Ledunniyatın özüdür. Buna, özün özü ve “Tevhidi İlmi” de denir.Besmele-i şerif’in “B” harfinin altındaki ”Nokta-i Mübarekte” gizlidir. Bir de, kalpte (Olgun İnsanın) “Nokta- i Süveyda” derler, kutsi bir nokta vardır. Derler ki; O noktayı bilen , Marifetin özüne ermiş, “Allah Hu” nun sıcaklığını kalbinde bulmuştur.Bu nokta sırrını açıklamaya izin yoktur.O “Süveyda –İşitilmiş-“. öyle bir çekirdektir ki; Onun altında neler, neler vardır.Ah, nolaydı Ondan birazcık olsun bahse izin olsaydı.
Tevhid-i Sıfat, Tanrının esması –güzel adları- nı bilmektir. Her ad, Tanrının bir niteliğidir. Her ismin binlerce hikmeti, binlerce mukaddes ve derin anlamı, tecellisi, murakabesi vardır. Her ismin ayrı bir feyzi vardır. Tanrının zatından gelen feyze, “Feyz-i Akdes”, esmasından gelen feyze de “Feyz-i Mukaddes” denir.
İlm-i Hikmet, her şeyin hikmeti – sebebi- , nedenini bilmektir.Yaratılışın ve âlemlerin nasıl yaratıldığını ve yaratılışındaki hikmet ve nedeni, nesneler arasındaki ilişkileri, Tanrının Kanunlarını ki, bunlara bugün “Fizik Kanunları” diyoruz. İlm-i Hikmet’in bir yönü iç aleme, bir yönü dış aleme dönüktür. “Külli şey’in sebeba – her şeyin sebebi, nedeni, vardır” (Kehf, 84) ayeti ile sabittir. Bugünkü Fizik ve Kimya ilmi, bilhassa bu ,lm-i Hikmet ile ilgilidir. Pozitif ilimler denilen ilimlerin hepsi, Hikmet İlmine dahildir. İşte Af’al ve Âsar denilen gerçekler; bu İlm-i Hikmet’in kategorisine girer.
İMAMET- MANEVİ ÖNDERLİK
Hazret-i Peygamber bu görevi, Serdar-ı Evliya, Hazret-i Ali ve Onun kutsal evlatlarına bırakmıştır. Başta 12 Ehl-i Beyt İmamı olmak üzere Hazret-i Ali’nin torunlarıdır. Bunlar, dünya durdukça Müslümanların ve gerçeği arayanların İmamıdır.
Namazdaki İmamlık ta yine Hazret-i Ali ve oğullarına aittir. Tanrıya giden yol, Peygamberin mihrabından geçer, buna da en lâyik olan Hazret-i Muhammed’in pak kanını taşıyan Hazret-i Ali oğullarıdır. Ancak, zaruret icabı Hazret-i Ali’nin oğularının bulunmadığı mahal ve mescitlerde, Onlara bağlı ve Onları çok seven, ehl-i dünya olmayan, müttaki, maişet ihtiyacı bulunmayan ve karısı güzel olan seçkin bir zatda Müslümanlara mihrapta imamet edebilir. İmam, mihraba girip Allahu Ekber dediği zaman, Tanrıdan başkasını unutacaktır. Onun için müttaki, Ehl-i Beytçi ve her yönden tatmin edilmiş olacaktır.
HİLAFET
Hilafet toplum görevidir.Bunu, Sevgili Peygamberimiz en yakın ve en sadık dostu Hazret-i Ebubekir Efendimizin olmasını istemiş, ancak yine de Ashabına, kendilerininde aralarında konuşup, seçmelerini istemiştir. Bu suretle, krallığa, saltanata, yani toplum görevinin babadan oğla devir usulune son verip, insanların kişiliğine saygı gösterilmesi istenmiştir. Dünyada ilk defa demokrasinin kurucusu olmuştur.
Sonra bu görev yine seçim yolu ile Hazret-i Ömer , Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali ile Hazret-i Ali’nin oğlu İmam Hasan’a geçmiştir. Dört Halife 29,5 yıl Hilafet yapmış, İmam-ı Hasan da 6 ay bu görevde bulunmuştur.Toplam olarak 30 yıl sürmüştür. Zaten Peygamberimiz:“Hilafet otuz yıldır” buyurmuşlardır. Bu kesin Peygamber sözü olduğu halde, acaba mollalarımız, ara sıra “Hilafet isteriz” demekle neyi kastetmektedirler?
Peygamber, açıkça Hilafet otuz yıldır buyurmuşlardır. Bu kesin Peygamber sözü olduğu halde, acaba mollalarımız, ara sıra ”Hilafet isteriz demekle neyi kastetmektedirler? Peygamber açıkça Hilafet 30 yıldır dediği halde.. Ayrıca Müslümanların Halifesi iki tane olmaz. Bu gün ise otuzun üstünde İslâm milleti ve ayrı ayrı devlet reisleri vardır. Ayrıca, Halife seçimle olur. Yeryüzündeki 600 milyon Müslümanın seçmesi lazımdır. (bu sayı günümüze göre değişir) Bu günkü dünyada ve bu durumda böyle bir şey istemek, imkansızı imkânlı kılmaya çalışmak kadar zordur. Akla öyle geliyor ki; Hilafetçiler, Padişahlık – Krallık- yani babadan oğla devr usulü olan, saltanat istemektedirler. Müslümanları da “Hilafet istiyoruz sözü ile aldatmaktadırlar.
Peygamberlerimizden sonraki 30 yıllık Hilafetten sonra, Müslüman oldukları kesin olarak bilinmeyen, kalpleri bozuk ve Mekke’nin sömürücü zenginleri, Emevi Aşiretinin reisleri olan Süfyaniler, türlü hile, ve kanlı bir ihtilal ile demokratik bir sistem olan Hilafeti yıkmış, demokrasiyi ortadan kaldırıp, Monarşik Sistemi kurmuşlar ve İslamiyete büyük leke sürmüşlerdir. Süfyanilerin İslâm Dinine musallat ettikleri krallık sistemi, Hz. Muhammed’in dinine ve Onun kurduğu devlet sistemine tamamen aykırıdır, batıldır.
KUTBİYET
Kutuplar, Tanrı Velileri içerisinden, Şahi Velâyet Hazret-i Ali makamında, Ehl-i Beyte hizmet eden kişiler arasından seçilir.Bunlar arasında dereceler vardır. Türlü manevi görevleri olmakla beraber, kendi bölgelerindeki ve bazı bölgelerdeki insanlara dua etmek görevi de verilmiştir.
ŞAHİ VELÂYET
Allah’ın Aslanı, Hazreti Muhammed’in manevi kardeşi, sır arkadaşı ve ilmin kapısı, Ebu Talib oğlu Aliyyül Mürteza Hazretleri efendimizdir. Aynı zamanda, Peygamberin amcası oğlu ve büyük damadı’dır. Serdar –ı Evliya – Velilerin başkanı- ünvanı vardır. O, Velâyettin denizi, ilmin karargahıdır. Her Veli, Ondan Velâyet nurunu alır. “CELCELUTİYE” adlı çok önemli ve çok yüksek, manevi, ilmi bir kitabı vardır. Bu kitap, evlatlarındandır ve mahremdir. Bazı Arifler, bu mübarek ve kutsal kitabdan Ehl-i Beytin izni ile iç alemde faydalanabilirler. Hazret-i Ali’ye Şahi Velayet rütbesinin verilmesi, daha kendisi çocuk iken (7 yaşlarında), Peygamberimiz Onu kucağına almış, ellerini ayaklarını mühürleyip, demlemiştir. Bağrına basıp öpmüş, bu sırada Allah, en büyük Velayet nurunu kalbine koymuştur.O na Velayet, doğrudan doğruya Tanrı’sı tarafından hediye edilmiştir.Bu mübarek Aziz Veli aynı zamanda bütün Müslümanların İmamı – Önderi ve Mürşidir. Kutsal kılıç Zülfikar Onun olup, Haşir günü “Livaül Hamd” Onun mübarek elinde olacaktır. Şarab-ı Tehur – pak aşk Şarabı’nın –sakisidir. Tanrı, hepimizi Onun elinden rızıklandıra ve Onun bayrağının “Livaül Hamd” ın altında toplayıp haşrede, Sevgili Peygamberimiz, Onu çok severdi ve ona “Aliyyen mini ve Ene minhü- Ali Ben’den ve Ben de Ali’denim”. Ayrıca “Lâ feta illa Ali, lâ seyfe illa Zülfikar- Ali gibi kurtarıcı ve Zülfikar gibi kılıç yoktur” buyurmuşlardır.
SULTAN –I EVLİYA
Tanrı Velileri içinde, Peygamberlerimizin torunlarından, baba yönünden İmam-ı Hasan, anne yönünden İmam-ı Hüseyin “Şehid – i Kerbela” evladından, Bağdat’ta çok haşmetli ve kutsal türbesi ve dergahı olan “Gavsul Azam”, “Kutbul Muazzam”, “Sahib-i Makam-ı Ferdiyet”,Seyyid Abdülkadir – i Geylani R. A. Adıyla maruf, Allah Hu’ya arif, çok büyük ve aziz bir Veliyullahtır. Ona da tıpkı Şahi Velayet Selamullahi Aleyh Efendimiz gibi, daha çocuk yaşta iken, Tanrı tarafından Velâyet verilmiş olduğundan, “Sultan-ı Evliya” makamına seçilmiştir.Bütün Tanrı Velilerinin ve Ariflerinin başvurduğu, müşküllerini hal ettikleri , darda kalınca şefkatli ve seri imdadını istedikleri, yüksek ve kutsal bir manevi otoritedir. Ondan başka, Sultan-ı Evliya kesinlikle yoktur.Olamazda.Vardır diyenlerin delili, yoktur. Onlar, kendi üstadlarına fazla sevgilerinden ve tarafgirliklerinden duygusal nedenlerle konuşanlardır. İlmi ve fikri hiçbir delilleri yoktur. Tanrı hepimizi Onun himmet ve imdat kubbesi altında muhafaza edip esirgeye.
VERASET
Tanrı, insanı zati nuruna ve bütün güzel adlarının nurlarına (zat ve esma), Marifet ve ilmine varis kılmıştır. İnançlı salikler – Tanrı yolunda yürüyenler- Peygamberlerin ve Velilerin Tanrısal ilmine, güzel ahlâkına varistirlar. Çünkü gerçek varisler, Peygamberler ve Velilerdir. Bu büyükler, kendilerine uyanların manevi, kutsal babalarıdır. Bu sırdan, dış alemde de oğullar, babalarının mallarına varis olmuştur.Mal ve servette, verasetin nedeni bu hikmettendir. Veraset, İslam dininde haktır. Ancak, manevi veraset nasıl bir bağlılığa ve emeğe, çabaya dayanır ise ve manevi varidat, O büyüklere Hak tarafından hediye veya emekleri sonunda verilmiş ise, dış alemde de, baba olanın terekesinin (malı, serveti) emeğe ve hak ölçülere dayanması lazımdır. Yani, sömürü neticesi yığılmış bir meblağ olmamalıdır. Miras, murisin emeğe –hak- ölçülere- dayanan terekesinin varislere intikalidir. Eğer, emeğe dayanmayan bir meblağ var ise, bu meblağ batıldır.Batılın, intikalide batıldır. **Kur’an “ Ve enleyse lil insani illa masea – İnsana emeğinden başka bir şey yoktur”** ((Necm, 39) buyurmaktadır. Ayrıca, mal- mülkte işgücünden yoksun kişilerin hakkı vardır. Tanrı, **Kur’an’da “Ta ki Ya Muhammed bu mal (kapital), yalnız zenginler arasında dolaşan mal olmasın”** (Haşr, 7) demekle, Sure – i Haşr’da da bu durum, büyük bir açıklığa kavuşturulmuştur .Ayrıca, Tanrı, Sure –i Yasin’in 47 nci Ayetinde **“Müminler, Mümin olmayanlara, Tanrının sizi rızıklandırdığından**
37
yoksullara da verin, yani onlara yardım edin dediği zaman, kafirler, iman edenlere Tanrı onlara itam –yardım – edemez mi derler ve yardım edin, yoksulları gözetin diyen Mü’minlere, siz bu sözlerle apaçık dalalet –sapıklık- içindesiniz derler” buyurmak suretiyle, bu sosyal yardımlaşma, işgücünden yoksun kişileri malülleri,fakirleri yardıma muhtaçları görüp, gözetme hususuna çok önem vermiştir.Toplumun ekonomik yaşantısı hususunda, sorumlu kişileri bu konuya eğilmekle görevlendirmiştir. Kur’an, toplumun ekonomik yaşantısına çok önem vermiştir.
RİYA
Riya, desinler ve görsünler diye, Müslüman geçinmek ve kendini olduğundan başka göstermektir. Her türlü ibadeti ve dini davranışları halk için yapmaktır. Zinadan daha büyük günahtır. Bir nevi şirktir. Yani ibadet ve davranışlarında halkı, Tanrıya ortak etmektir.Halbuki Tanrı, kendine ortak koşulmamasını istediği gibi , yapılan ibadete de ortak koşulmamasını istemektedir. Nasıl ki Tanrı, mülkte de kendisine eş koşulmasını istememekte, “Göklerin ve yerin mülkü Tanrınındır” demektedir. Ayrıca, “toprak Allah’ındır”demek suretiyle, toprağı kişiye bırakmamaktadır. İslam dininde toprak, Tanrı adına Beytül mala, yani devlete aittir.Muhammed dininde, riyadan daha kötü şey ve daha büyük günah yoktur. Riyakar insan maddecidir. Bir nevi kurnazlık içindedir. Türlü nedenlerle riya yapıldığı gibi, daha ziyade toplum içinde iyi adam bilinmek ve maişet –geçim – derdi, dünya menfaati için yapılır. Riya sahtekarlıktır. Böyle sahte bir insanın ne Tanrı ile, ne din ve ne de iman ile alakası yoktur.En kötüsü de riyayı alışkanlık haline getirip, bir çeşit onun tiryakiliği hastalığına tutulmaktır.
İslâm Dini, Müslümanlık, baştan başa samimiyete dayanır. Mevlana: “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol“demiştir. Fuzuli: “Halka taklid-i sülûkun sebebi, hüsn-ü maaş" demişlerdir. Riyakarlar, gerçek Müslümandan daha Müslüman ve sofu geçinen bir nevi aktörlerdir. Gerçek dindar olmayıp, formel dindarlardır.
İslâm Dininin en büyük derdi, bu sahtekar, riyakarlardır. Bu mesele hallolsa, İslam Dininin Güneş gibi parlak yüzü bütün dünyayı aydınlatır. Çünkü Müslüman olmayan bir insan, bu tip ve çok miktardaki sahte riyakarlardan nefret eder. Müslüman olacaksa, bunların yüzünden olmaz. Müslüman olmayan insanların, İslam düşmanları ise, gerçek Müslümanları bu riyakar, dindar geçinenlerle karıştırıp, bir nevi demogoji edebiyatı ile Müslümanları ve dolayısı ile Peygamberleri insanlığın gözünden düşürmeye çalışırlar. Materyalist yazarlar tiyatrocular, sinemacılar, ressamlar ve karikatüristler, her zaman bu İslam dininden uzak, riyakar ,sahtekâr Müslüman ve dindar geçinen yobaz ve softaları konu alıp işlerler.Kötü maksatlarını bunlarla pekiştirmeye çalışırlar;İnsanlığı dindarlardan nefret ettirmeye uğraşırlar.
Mataryalistler çok kutrnazdır, hiçbir zaman bir Peygamberi, bir Mevlâna’yı,bir Yunus Emre’yi,Hz.-i İsa’nın bir havarisini tanınmış Tanrı Velilerini doğrudan doğruya konu alıp kötülemezler.Daima riyakâkar, sahte,ahlâksız papaz ve mollaları konu eder, işlerler.Materyalistlerin bu davranışları,onların samimiyetsizliklerinin en açık delilidir.Demek ki,materyalistlerde bir çeşit riyakâr samimiyetten uzak dinsizlik yobazıdırlar. Ama ne yazık ki, İslamiyete, dine en büyük leke, içimizdeki yobaz ve münafık riyakarlardır.Eğer din yobazı olmasa, dinsizlik yobazı da olmayacaktır. Onun için gerçek Müslüman ve dindar kişiler, hakikaten dinine inanmış iseler, dinsizden çok İslam dinine en büyük lekeyi süren ve darbeleyen bu din yobazları, dini kendi çıkarına kullanan riyakarlarla amansız mücadele etmeli ve bu yolla dinsizlik yobazlarını kesin yenilgiye uğratmalıdır.
KÂBE – TANRI EVİ
Tanrı, kendi yüzünün her yönde olduğunu ve Tanrının her şeyi kapladığını buyurduğu halde, yine de Müslümanların Tanrı huzurunda “elpençe divan” durup Rabbına dua etmesi için, Peygambere hitaben “Ve akim vecheke şetrel mescidil haram- Yüzünü Mescid-i Haram’a Mekke’deki Kâbeye çevir” (Bakara, 144) demekle, Müslümanların kıblesinin Kâbe olduğunu kesinlikle açıklamıştır. Onun kıble ve Tanrı evi olmasının nedeni: Kabe’nin yukarıdan bakıldığı zaman bir nokta ve her tarafının kıble oluşunda, ayrıca duvarlarının örtüsünün siyah renkte olmasında gizlidir.İnsanın Kalbi ile de ilişkilidir.Bedenin orta kısmında sayılan kalp gibi , Kâbe de aşağı yukarı, dünyanın ortası sayılır. Orası 12 ay , her zaman bol ışık alır ve aydınlıktır.İnsan-ı Kâmil’in kalbi gibi, O da kutsal bir nokta, bir dairedir. İnsan-ı Kamil’in kalbine tecelli ettiği gibi,Tanrı, bu daireye de Zatı ile tecelli etmiştir.Tanrının “Vech Nuru-Yüzünün Nuru” bu kutsal dairede Peygamberlere ve Velilere gösterilmiştir.
Onun etrafı – duvarları- siyah bir örtü ile örtülüdür.İslamın kutsal saydığı renk yeşil olduğu halde, O yine de siyah örtü ile örtülüdür.Siyah, perde sırrındandır. İnsan gözünü yumduğu zaman, kalbinin ve iç alemin manevi siyah bir örtü ile perdelendiğini görür.Kabe de böyledir. Gecenin siyahı, aydınlığa perdedir. Demek ki ,bu perdenin ardında büyük bir aydınlık, büyük bir gerçek vardır.Bu nedenle siyah örtü ile örtülüdür.Gafillere perdelidir.O tıpkı İnsan-ı Kâmil’in kalbi gibidir.”Yere Göğe sığmam, gerçek Mü’minin kalbindeyim” sırrı ile kalp ve Kâbe’nin sırrı aynıdır.Tanrı nuru gafillere gizli, olduğu için, beden maddesinin kalbi gizlediği gibi (ki madde karanlığı temsil eder) Kabe de,Kabedeki Tanrı Nuru da, siyah bir örtü ile
gizlenmiş, sır edilmiştir.Yani örtünün anlamı budur. Anlayan anlar, Arif olanlar bilir. Onun etrafında dönülüp tavaf edilmesi, Tanrının her yerde olduğu, hiçbir suret ve şekle benzetilmemesi gerçeğine dayanır. Gafil insan, gözünü yumduğu zaman, kalbini ve kalbindeki nuru göremediği gibi zaten , “gafilin kalbinde nur olmaz”. Kabeye baktığı zaman da Onun üstündeki siyah sır perdesini görür. Kabedeki Tanrı tecellisini göremez, hatta bu siyah perdenin neyi ifade ettiğini ve Onun derin anlamını da anlayamaz.
Gafillere Kabe sırrı meçhuldür.Onu ancak kalbi, “Beytül Mamur- İmar edilmiş ev “ olan İnsan_ı Kâmil bilir ve anlar. Kâbedeki kutsallığı o büyük insanlar bilirler. Ne mutlu Onu anlayana ve ondaki Tanrı tecellisini görerekten Onu ziyaret eden gerçek Hacılara, Gerçeği bilmeden ve desinler için , şöhret için, bir insan Kabeye yüz yıl baksa ve onu bin defa ziyaret etse ne Ondan bir şey anlar, ne de fayda görür. Kabeye Tanrı Evi denilmesinin nedenleri yukarıda yeterince açıklanmıştır. “Yere göğe sığmam, Mümin- gerçek müminin kalbindeyim” kutsal Tanrı sözü ile de ; “İnsan-ı Kâmil’in kalbi, Kabe ve hatta Beytül Mamur’dur. Kabeyi – Tanrı evini ziyaret eden, bizzat alemlerin Rabbı Allahü Azimi ziyeret etmiş olur. İşte bu nedenle Kabe’yi tavaf edenin tüm günahları af olur denmiştir.
Allah hepimizi Ehl-i Kıble, Ehl-i İslam, Ehl-i Kur’an olarak Resulullah ve Ehl-i Beytinin muhabbetiyle yaşata ve öldüre……..
Kâzım Yardımcı
Bu “VARLIK” isimli kitap, Allah ve Resulunun lûtfu keremi ve Şahi Velâyet, Âlim-i Kül Aliyyül Mürteza Selamullahi Aleyh ve Keremallahü Vechehu Efendimizin pak ve Mukaddes Ruhunun bizzat izni ile; Seyyid Abdulkadir-i Geylâni ve Seyyid Ahmed el Rufai Hazretlerinin yüksek ruhani denetimleri altında, insanlığa ve şaşkınlık içindeki kişilere faydalı olur gerek ve nedeni ile yazılmıştır. Ayrıca, gerçeği arayan Tanrı yolunun yolcularına fayda vereceği umulmuştur. Eğer bir fayda olursa, bunun mutluluğu bize yetecektir.Hidayet ve yardım, Rahman olan Allah’tandır. En iyi bilen âlemlerin Rabbı olan Allah’tır. Âlemlerin Rabbı olan Allah’a hamd-ü sena eder, Onun yüce Peygamberi, hakikat Güneşi Muhammed Aleyhisselâm Efendime selat ve selâm ederim. Onun pâk Ehl-i Beytine ve Güzin Ashabına da selâm ederim.