Ruhların Geldiği Âleme Dönüşü
Ulu Tanrı, bu duruma düşen insana, Rahman -çok acıyıcı- niteliği ile acımış, onları bu durumdan kurtarmak için, kutsal ve gerçekleri bilen Ruhu taşıyan bazı özel kişileri -Peygamberler ve Veliler- onlara göndermiş ve
“İrcii ila Rabbiki – Tanrı’na dön” (Fecr 28)
çağrısında bulunmuştur. İlk oluş âleminde Tanrı’nın belirtisi olan, Kutsal Ruhu taşıyan, bu madde âlemine gelip, tekrar O’na dönüp kutsallaşan ve yeryüzündeki Tanrı ile anlaşmasını unutmuş şaşkın insanları ayıktırmak için, Tanrı tarafından tekrar gönderilen, Tanrı bilgini ve güzel ahlâklı kişiye: “Kâmil İnsan” denmiştir. Olgun insanın içi Hak, dışı halktır. Yani içi kutsal Nur, dışı maddedir. İçi ile, içlerin içi Tanrı’ya, dışı ile insanlara yöneliktir. Bu durumu ile iç ve dış âlemi birleştiren bir noktadır.
“Kül innema ena beşerün mislüküm yuha - De ki bende sizin gibi insanım, ancak sizden fazla olarak bende, Tanrı’nın Kutsal Sözü ve Kutsal Ruhu , yani üstün Tanrı bilgisi vardır.” (Kehf, 110)
“In hüve illa vahyün yuha - Peygamber (Muhammed) –Olgun İnsan- ne söylerse vahiy -Tanrı sözü- dür”. (Necm, 4)
Olgun İnsanın sözleri Tanrısaldır. Cahil insandan ayrıldığı yön budur. Yoksa O da insandır. Geri dön çağrısı ile görevlendirdiği Olgun İnsana uyan ham kişilere, Olgunun göstereceği yolda ve Onun yüksek terbiye - eğitimi altında Tanrı’nın lütfu onları tekrar ilk durumlarına geçirmektedir.
Yeniden maddenin katılığından latifleşmek sureti ile kurtulup, Tanrı’nın güzel nitelikleri ile bezenip, Tanrı bilgisine kavuşacak, iyiliği ve doğruluğu bulup kutsallaşacak ve Olgun İnsan olmak olanağını kazanacaktır. Bu eğitime eski Tasavvuf bilginleri Seyri süluk – Tanrısal yolda seyretme –yürüme demişlerdir. İşte Tasavvufta Seyri süluk, Velâyet, Tarikat namları ile adlanan Tanrı Yolu, bu Kutsal ve Ruhani, sonsuzluk yolculuğudur. Bunun bir adı da tecrit – maddeden soyunma- kötülüklerden arınma, pâklanmaktır. Tanrı: “Soyun, kavuş” demiştir.
Olgun İnsan sönmemiş kirece ve incire benzer. İncirin içi dolu, şirin, kendi bir tane olup, çekirdeği binlercedir. O çekirdekler,
“İnsana bütün adlarımı öğrettim” (Bakara,31)
âyetinde belirtilen tüm bilgilerdir. Her çekirdek bir adın yansıtıcısıdır. Çünkü varlık bir, nitelikleri binbirdir.
İnsana “büyük nüsha” da denmiştir. Bütün gerçekleri kendisinde toplamış anlamınadır.İnsan,Tanrı’nın Zâtına ve bütün niteliklerine aynadır. Bu yönü ile de bütün nesneleri hem kendinde toplamış, hem de hepsinden üstündür. Niyazi Mısri’nin:
“Hüdanın sun’una âyine âlem,
Düşüptür Sâniin mir’atı Âdem”
“Tanrı’nın sanatlarına nesneler aynadır.
İnsan, sanatçının-Tanrı’nın kendisine aynadır”
sözü, İnsanın Tanrı’yı yansıttığı gerçeğini ifade etmiştir.
Özellikle insanın kalbi, Tanrı’yı yansıtan büyük ve çok parlak bir ayna veya ampul gibidir. Bu gerçeği Tanrı, “Yere Göğe sığmam, inançlı insanın kalbindeyim” sözü ile açıklamıştır. Bu yönü ile Olgun insan, bilgisiz ve Tanrı’sal eğitim görmemiş insandan tamamen ayrıdır. Bilgisiz insana insan-ı hayvan denmiştir. Bu durum insanın bedeninde de görülür. Diyafram ile beden ikiye bölünmüştür. Üst tarafta kalp ve beyin, alt tarafta kirli sindirim organları ve tenasül aletleri vardır. Diyaframın üst kısmı Meleki, alt kısmı hayvanidir. Ancak kalbinde Tanrı Nuru ve beyninde Tanrı düşüncesi ve bilgisi olmayan insanın, tamamı hayvandır. Daha da aşağıdır. Erzurumlu Osman Kemali Efendi bu gerçeği şu beytiyle çok güzel ifade etmiştir.
“Sireti hayvan dolu, surette insan istemem,
Meyli esfeldir onun, hayr işlese eyler vebal”
Böyle bir insanın temayülü daima belden aşağıyadır. Onun için, hayrı da şerdir.
Varlık kendisi olan Tanrı, her yerdedir ve O, bize bizden yakın olduğunu Kur’an’da açıklamıştır.
“Ve nahnü akrebü ileyhi min hablil varid – Biz insana, boğazındaki damardan daha yakınız.” (Kaf, 16)
O, her yerdedir ve yerden münezzehtir. Zira mekân –yer- kendisidir. Yerin yeri olmaz. Varlık kendisi olan
Tanrı, ilksiz ilk, sonsuz son, dışsız dış, içsiz içtir. İlkin ilki, sonun sonu, dışın dışı, için içi olmaz. O bir bütündür, ilk, son, dış ve iç O’dur. Çünkü O, kenarı olmayan ve nesneler kendisinin çeşitli belirtileri olan daimi varlıktır. O nesneleri ve zamanı kendi varlığından yaratan ve zamanla da bağlı olmayan ezeli ve ebedi var olandır. Zaman kendisidir. (3) Var olan Odur. Var vardır, yok yoktur
\____________________________________________________________________________________
(3) İlk ve son ve iç, yani gayip, dış yani hazır, kendisi olan Tanrı için zaman düşünülemez. Çünkü; mazi yani evvel, ati yani son, hal yani hazır kendisi olan Var’a zaman olamaz. Geçmiş, gelecek ve hazır olan O olduğuna göre; geçmiş ve şimdiki ve gelecek O birtek varlıktır. O, daimi olduğuna göre, geçmiş, gelecek, şimdiki daimi şimdidir. Zaman varlığın belirtileri olan nesnelere göredir. Mutlak Varlık ezeli, ebedi ve daimi olduğundan, O’nun için zaman düşünülemez. Zaman, başı ve sonu olan sınırlı ve geçici varlıklar içindir. Fıskiyeden fışkıran damlacıkların havuzdan çıkıp tekrar havuza döndüğü sıradaki olayda geçen bir zaman vardır. Havuz bu sırada zamanla bağımlı değildir. Tıpkı onun gibi, O’ndan -Tanrıdan- var olup, tekrar onda yok olan nesneler zamanla bağlıdır. Mutlak ve daimi var olan Tanrı zamanla bağlı değildir. O bizzat mekân ve zamandır. Mekânın ve zamanın, mekânı ve zamanı olmaz.
Tanrı bize bizden yakın olduğunu bildirmiştir ve her şeyi kapladığını söylemiştir. Öyleyse O, bizim hem içimizde, hem de dışımızdadır. İçi röntgen ışınları ile ışıklandırılmış bir odaya giren insanın, o şiddetli ışıklar bedenini deler geçer. Bu durumdaki insanın ışık hem içinde, hem de tüm çevresindedir. Bu durumu Niyazi Mısri:
“ Hak bizim sinemizde, biz de O’nun sinesindeyiz.” sözü ile ne güzel ifade etmiştir. Tanrı Nurunda bilgi olduğu gibi, ses, konuşma ve görüp işitme nitelikleri de vardır. Yine Niyazi bundan 300 yıl önce:
“Hak Taâla nurunu eyleyip kelâm, Kelâmını nur...” mısraı ile, bu durumu açıklamıştır. Bu gün radyo ve televizyon, Niyazi’yi doğrulamıştır. Işık sese, ses de ışığa dönüştürülebilmiştir.
Tanrı var olanın kendisi ve bize bizden yakın, hatta tüm nesneleri kapladığı ve bunu Kur’an’da apaçık bildirdiği halde, insan Tanrı’dan neden bizzat faydalanamıyor? O’nun Kutsal Nurundan, tatlı sesinden fayda görmüyor? Bunun örneği, elektrik her yerde, maddede, suda, havada, hatta insanın kendi vücudunda vardır. Ancak biz bunu göremez, anlayamaz ve faydalanamayız. Bir de elektrik teşkilâtı vardır. Enerji üretimi ve ampuller vardır. Düğmeye bastığımızda ampul ışık yayar. Çıplak kabloya elimizi sürsek etkileniriz. İşte elektrik her yanımızı sardığı halde ve kendi bedenimizde olduğu halde, ondan nasıl ki doğrudan doğruya faydalanamayız, Tanrı’dan da doğrudan doğruya ilişki kurup faydalanamayız. Çünkü Tanrı çok büyük ve sonsuz Nurdur. O, kendini nesneler ve Olgun İnsan ile perdelemiştir. Olgun İnsan, O Nuru neşreden ampul ve o enerjiyi muhafaza eden kablo gibidir. Olgun İnsanla karşılaştığımız zaman, ki bunlar Tanrısal kişilerdir (Peygamber ve Tanrı bilgini Veliler) Nur olan Tanrı ile karşılaşmış gibi oluruz. Onun kalbi, Tanrı’yı yansıtan büyük ve parlak bir ayna veya elektrik neşreden bir ampul gibidir. Elektrik yüklü kabloya benzer. Onun eli beyazdır,
“Elyedel beyza”. (Neml – 12)
Musa’nın ışık saçan beyaz eli gibidir. O Olgun İnsana uyan, doğrudan doğruya Tanrı’ya uymuştur.
“İnnellezine yubayiuneke innema yubayiun Allah yedillahi fevke eydihim - Ey Peygamber, sana uyanlar (biat edenler) ancak ve ancak Tanrı’ya uymuşlardır (tâbi olmuşlardır) ve Tanrı’nın eli onların ellerinin üstündedir, yani Tanrı eline tutunmuşlardır.” (Feth, 10 ).
“Allah’ın ipine tutunun” (Âl-i İmran, 103)
Âyeti de bu gerçeği açıklar. Çünkü Peygamberin – Olgun İnsanın – nefsi, Tanrı’nın Kutsal Kelimi Kur’an’dır.
“Men yütiür Resule fekad ata Allah - Tanrı Elçisine uyan, Tanrı’ya uymuştur.” (Nisa, 80)
“Kul inküntüm tuhibbun Allahe fettebiuni - De ki siz Tanrı’yı seviyor iseniz, bana tâbi olun (bağlanın)” (Âl-i İmran, 31).
“Vebteu ileyhil vesile – Tanrı’yı bulmak isteyen vesileye - aracıya uysun” (Maide, 35)
Âyetleri, Olgun İnsanın gereğini, önemini belirten apaçık delillerdir. Olgun insanı bulmadıkça ve Ona bağlanıp, Onun Tanrısal yoluna girmedikçe, Tanrı’dan ve Mânevi nimetlerinden, Tanrı feyzinden faydalanmak imkânsızdır. Karanlık bir gecede elektrik ışığı her yerde deyip, ışığı ampulden başka yerde aramak şaşkınlıktan başka bir şey değildir. Çünkü Tanrı, yolunu, düzenini böyle kurmuştur. İnsanlara bu şekilde kendinden faydalanma yolunu göstermekle, adâletini de belirtmiştir.
Tanrı, insanı kendi Sıfatında yaratıp, Onu akıl Nuru ile çok büyük işler yapacak bir niteliğe kavuşturmuştur. Bu gün, Göklerin esrarını çözecek bir yeteneği bulunduğunu isbatlamıştır. Bu durumda da onu kendisine, insanlara ve elinin altındaki yönettiği başta çoluk çocuğu olmak üzere, çevresine karşı sorumlu tutmuştur. Göklere tırmanan insan, çoluk çocuğunun ve devlet kurma yeteneği ile tüm aciz
insanların sıhhatini ve onların ekonomik yaşantılarını, eşitlik ve adaleti sağlayacak yeteneklere sahiptir. Bu durumda, Diderot ve Russell gibi yüksek bir bilgi seviyesine erdikleri halde “küçük çocukları Tanrı niçin hasta ediyor? Tanrı olsa adil olur ve bu çocuklara hastalık vermez” gibi saçma laflar insanı doğrusu düşündürmektedir. Diderot, Russell ve benzeri materyalist bilginler, ana-baba ve sosyal devlet gerçeğini bilmeyecek kadar cahil olsalardı bu konuya değinmek istemezdik. Salgın hastalıkların dışında, çocukların hastalığından anne ve babası ve o ülkenin devleti sorumludur. Ölüm ise, Tanrı’nın takdiridir. Onu hiçbir kuvvet durduramayacaktır. Harpler, insanların birbirine olan çekememezliği ve yöneticilerin ihtirasları nedeni ile olur.Tanrı insanı akıl ile bezemiş, sonra onu sorumlu tutmuştur.Harpler, insanlar tarafından çıkarılmaktadır. Haksızları Tanrı muhakkak cezalandıracaktır. Harp vahşeti Tanrı’ya atfedilip, Tanrı inkâr edilemez. Bu da başka bir saçmalıktır.
Tanrı’nın düzenini hiç kimse değiştiremeyeceği gibi, kurulu düzenini şunun bunun hatırı için kendisi de değiştirmez.